Fuat Sezgin'in öyküsü

May 31, 2021//-11 min

Biraz sonra okuyacağınız yazı, Fuat Sezgin hocamızın verdiği demeçlerde sarfettiği sözlerin ve hakkındaki bilgilerin kendisi tarafından kaleme alınmış gibi aktarıldığı bir yazıdır. Bu şekilde yazmamın sebebi ise bu mühim hayat hikayesinin yapay bir dil kullanarak tadını kaçırmadan, tüm samimiyetiyle anlaşılmasını sağlamaktır. Amacım; Fuat Sezgin'in kendisini adadığı davayı herkesin anlamasına ve harekete geçmesine bir nebze de olsa katkı sağlayabilmektir.

24 Ekim 1924 yılında Bitlis'te doğdum. Babam Mehmet bey, annem Cemile hanım ve üç kardeşimle birlikte altı kişilik bir ailede büyüdüm. Babam, çocukluğumda daima ilmin ne kadar önemli olduğunu anlatır, çalışmanın ise bir ibadet olduğunu söylerdi. Bu bilinçle birlikte, yedi yaşımda ilkokula başladım. Ardından fen lisesini bitirdim. Okul sıralarında cihan imparatorluğuna sahip bir millet olmamıza rağmen bilimde anlatılan her şeyin daima yabancılar tarafından bulunduğunu fark ettim. Bu beni kamçıladı. Matematiği sevmem münasebetiyle mühendis olmak istiyordum. Hayallerim büyüktü. Bunları gerçekleştirmek adına İstanbul Üniversitesi'ne kaydoldum.

O sıralar Edebiyat okuyan akrabalarımdan biri, fakültede büyük bir Alman alimin seminerinin olacağından bahsederek birlikte gitmeyi teklif etti. Halbuki ben mühendis olma sevdasındaydım. Ancak onu kıramayarak kabul ettim. Seminerin sonunda söylediği şeyden o kadar etkilenmiştim ki hayata bakışım tamamen değişti: "Modern bilimlerin temeli, İslam bilimlerine dayalıdır." Ben artık mühendis olma sevdasından vazgeçmiş, o alimin talebesi olup İslam bilimleri tarihini araştırmak için can atıyordum. Bu sebeple, kayıt zamanı geçmiş olmasına rağmen dekanın yanına gittim. Dekanın odasında bulunduğum sırada şans eseri o büyük alim odaya girdi. Dekan, hocaya dönerek, "Ritter bey, talebeniz olmak isteyen bir gençle konuşuyorum." dedi. Hoca bana şöyle bir baktı ve, "Niye gelmek istiyorsunuz?" diye sordu. Bense, "Sizin seminerinize gelmiştim, talebeniz olmak istiyorum." dedim. Ardından bana dönerek, "Çok zor bir şeye talipsiniz. Bu iş bir iki lisanla olmaz, çok fazla dil öğreneceksiniz." dedi. "Gayret edeceğim." dedim. Tebessüm ederek, "Peki." dedi.

1943 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Filolojisi alanına kaydolarak alanında tanınmış bir oryantalist olan Hellmut Ritter'in talebesi oldum. Gerçekten de zor bir hocaydı, talebeleri seminerlerinden kaçardı. Genelde 3-4 kişi gelirdi, çoğu zaman ise bir tek ben olurdum. Böylece serüvenim başlamış oldu, artık ömrümün sonuna kadar yitik bir hazinenin peşinde olacaktım.

Ertesi haftaki seminerine 3 dakika geç katılmıştım. Cebinden saatini çıkararak, "3 dakika geciktiniz, bu tekerrür etmemeli!" dedi. Hocama sadece tamam demekle yetinmedim, hakikaten o günden sonra bütün hayatımda randevularıma gecikmeme prensibine azami dikkat ettim.

Bir öğrenciye göre fazla çalıştığımı düşünüyordum. Konuşmamızda bahsi geçmesi üzerine Helmutt Ritter günde kaç saat çalıştığımı sordu. Günde 13-14 saat çalıştığımı söyledim. Bunun üzerine hocam, "Bu tempoyla alim olamazsınız. Eğer alim olmak istiyorsan buna birkaç saat daha eklemen gerekir." dedi. Kendisi ise günde 20 saat çalışırdı. O konuşmadan sonra 70 yaşıma kadar günde 17 saat çalıştım.

O sıralar İkinci Dünya Savaşı'nda Naziler Türkiye sınırına dayanmıştı. Bu sebeple üniversite bir süreliğine tatil edildi. Ritter bize bu uzun arayı değerlendirmemizi ve Arapça öğrenmemizi tavsiye etti. Bende 6 ay boyunca Cerîr et-Taberî’nin tefsirini Türkçe meali ile karşılaştırak Arapça'yı ana dilim gibi öğrendim. Helmut Ritter, Gazzâlî'nin İhyâu Ulûmi´d-Dîn kitabını önüme koyduğunda kolayca okumamdan çok memnun kaldı. Bana dil öğrenmede yetenekli olduğumu söyledi ve beş dile aynı anda başlayarak her yıl yeni bir dil eklememi tavsiye etti.

İstanbul'da o zamanlar 200 binden fazla yazma vardı ve hemen hepsini görmek lazımdı. Ancak bunun için kütüphanelerin açık kaldığı süreler yetmiyordu. Kütüphanelerin temizlik günlerine gidiyordum. Kütüphanecilerden rica ederek eserlere raftan indirildiği esnada göz atıyor, önemlileri kaydedip bir dahaki gidişimde inceliyordum. Yazmalarda okuduklarımdan çok etkilenmiştim. O güne kadar aldığım eğitimlerde, Müslüman alimlerin dünyanın öküzün boynuzunda olduğuna inandığı gibi gerçekdışı şeyler öğretilmişti. Ancak durum çok farklıydı. 20. yüzyılın başlarında Avrupalı bilim insanları tarafından atomun parçalanabileceği görüşü ortaya konmuştu. Oysa ki Müslüman kimyacı Câbir bin Hayyan, atomun parçalanabileceğini, parçalandığında ise Bağdat gibi büyük bir şehri yok edebilecek enerji açığa çıkarabileceğini 8. yüzyılda dile getirmişti. 9. yüzyılda Halife Memûn'un kurduğu Beyt'ül Hikmet'de insanlık tarihinin en eski haritası çizilmiş ve bu haritanın Portekizce çevirisiyle Kristof Kolomb Amerika kıtasına gitmişti. Ancak bu sanıldığının aksine keşif değildi. Halihazırda zaten Batı Afrikalı Müslümanlar bu kıtaya ticari faaliyetler için defalarca gelmişlerdi. El-Zehravi'nin 10. yüzyılda yazdığı tıp ansiklopedisi Kitabu't-Tasrif ve ürettiği cerrahi aletler, 18. yüzyıla kadar Avrupa'da çok rağbet görmüştü. Bu gibi bir çok örneği göz önüne alarak Batı medeniyetinin temelinde Yunan değil İslam medeniyetinin olduğunu tespit ettim. Yanlış kanı düzeltilmeli, yapılan katkılar gün yüzüne çıkarılmalıydı. Yitik kahramanlar ve onların hazineleri herkes tarafından bilinmeliydi.

Karl Brockelmann'ın, ki kendisi benim hocamın da hocasıydı, Arap Edebiyatı Tarihi isimli beş ciltlik bir eseri vardı. Hocam, seminerlerinde ara sıra Brockelmann'ın kitabının birçok noksan yanının olduğunu ve birisinin artık hiç olmazsa İstanbul'daki yazmalara dayanarak bunları gidermesi gerektiğini söylerdi. Bunu söylerken de bana bakardı. Ben de içimden, "Bunu ben yapacağım." derdim. Ancak baktığımda eksikler giderilebilecek gibi değildi. Ben de yeni baştan bir kitap yazma fikrimi geliştirmeye başladım. Epeyce mesafe katettiğim sırada hocama, "Brockelmann'ın kitabını düzenlemek değil, dünyadaki bütün yazmalara bakarak yeni bir kitap yazmak istiyorum." dedim. Bana, "Onu yapamazsınız. Bunu hiç kimse yapamaz." dedi. Bense içimden "Hocam ben bunu yapacağım." diyordum.

Belki 60 ülkenin kütüphanelerini gezdim ve bütün Avrupa'nın kütüphanelerini gördüm. Fas'tan Kahire'ye kadar bütün Kuzey Afrika'nın, Suriye'nin ve İran'ın kütüphanelerini gördüm. Hindistan, Rusya ne varsa bütün ihtimalleri denedim. Mübalağa değil yaklaşık 400 bin cilde yakın yazma gördüm ve bunları kendi dillerinde okudum.

Batılılar, Müslüman bilim adamlarının çalışmalarından yararlanarak çok sayıda çalışma yapsalar da bulundukları dönemin şartlarında yararlandıkları kaynakları dipnot olarak eklememişlerdi. Ancak Müslümanların bilim tarihinde 800 yıl süren önemli bir rolü vardı. Avrupalıların kendilerini üstün görmesi ise 17. yüzyıldan itibarendi. Bu beni rahatsız etti ve üzerine gittim. 10 yıl kadar süren çalışmalarım sonucunda birçok belge ve kanıt topladım. Dünya bilim tarihini alt üst edecek kaynağı biriktirmiştim. Geriye düşlediğim eşsiz eserimi yazmak ve bilim dünyasına sunmak kalmıştı.

Ritter 1949 yılında bir süreliğine Frankfurt'a dönmek zorunda kalmıştı ancak bu beni durdurmadı. Bana gösterdiği yoldan devam ederek doktora tezimi, Mecazu’l-Kur'ân tefsiri üzerine 1950 yılında tamamladım. 1956 yılında henüz otuzlu yaşlarımın başında iken Buhari'nin sadece sözlü kaynaklara değil yazılı kaynaklara da dayandığı tezini ortaya koyduğum doçentlik tezim Buhari'nin Kaynakları'nı yayınladım. Bu tezle birlikte; Buhari’nin yazılı kaynaklara da başvurmuş olduğunu, hadis derlemelerinin yalnızca sözlü geleneğe dayandığına dair önceki tezlerin yanlış olduğunu kanıtlamış oldum. Bu her şeyi değiştirirdi.

Günlerden bir gün yine enstitüye doğru yola çıkmıştım. Yolda giderken bir ses işittim, "Yazıyor yazıyor, 147 profesörün üniversiteden atıldığını yazıyor." Bir gazete aldım ve listede ismimin geçtiğini gördüm. Yorulmak bilmeden ilerlediğim bu yolculuk, 27 Mayıs 1960 darbesiyle sekteye uğramıştı. Amerika ve Almanya'daki dostlarıma birkaç mektup yazarak yanlarında çalışmak üzere yerleri olup olmadığını sordum. Üç üniversiteden cevap geldi. Frankfurt, Berkeley ve Yale Üniversiteleri. İslam Bilimleri Tarihi kitabım için malzeme toplama işim henüz bitmemişti ve İstanbul’dan uzaklaşmak istemiyordum. Doğudan uzaklaşmak istemiyordum. Çünkü daha toplamam gereken bir sürü malzeme vardı. 1961 yılında dünyadaki tek bilimler tarihi enstitüsünün bünyesinde olması ve müdürünün de dostum olması sebebiyle Frankfurt Üniversitesi'ni seçtim. Ayrılmadan önceki son gece Galata Köprüsü'ne gittim. Yarım saat kadar düşündüm. Sevdiğim İstanbul'dan ayrı nasıl yaşayacağımı, memleketimin neden bu halde olduğunu düşündüm. O yarım saatlik anı ve nemli gözlerle oradan ayrılışımı ömrüm boyunca hiç unutmadım.

Küçük bir valiz hazırladım. Yanıma birkaç parça elbise ve yazmak istediğim kitap için yıllar boyunca biriktirdiğim 25 bine yakın bilgi fişini aldım. Çocukça bir korkuyla meçhul bir dünyaya ve hayata gidiyordum. Nasıl olacaktı, bilmiyordum.

1961 yılında Frankfurt Üniversitesi'nde misafir Doçent olarak çalışmaya başladım ve 1965 yılında ise Bilimler Tarihi Profesörü ünvanını aldım. Aynı tarihte ömrümü adayacağım eserimin birinci cildini yazmaya başladım. Bu esnada hayatımın belki de en mühim hadiselerinden biri olan tesadüfü yaşadım. Müslüman olmuş bir Alman olan meslektaşım Dr. Ursula Hanım ile tanıştım ve ona aşık oldum.

Arap-İslam Bilimler Tarihi kitabının ilk cildini eşim Ursula Hanımın da katkılarıyla, yoğun ve yorucu bir çalışmanın ardından 1967'de bitirdim. Yıllar önce bunu hiç kimse yapamaz diyen ve o yıllarda İstanbul'da olan hocama gönderdim. Hocam, uzun bir süre kitabı inceledikten sonra gönderdiği mektupta, "Hiç kimse böyle bir kitap yazamadı. Bunu sizden başka hiç kimse de yazamaz." diyerek tebrikte bulunuyordu.

1978 yılında Kral Faysal Vakfı'ndan aldığım ödül ve çalışmalarım sayesinde edindiğim bağlantılarla birlikte önce bir vakıf sonrasında ise Frankfurt Üniversitesi çatısı altında Arap-İslam Bilimler Tarihi Enstitüsü'nü kurduk. Ancak yeterli değildi, kitabi bilgi uçardı. Bunların görülmesi ve sindirilmesi lazımdı. Alman fizikçi Eilhard Wiedemann, 1900 yılında Müslüman bilim insanları tarafından icat edilen aletleri tanıtmak amacıyla aslına uygun olarak modellemeye başlamıştı. Hayatının yaklaşık 30 yılında sadece beş aletin modelini yapmayı başarabilmişti. "Acaba 30 aleti yapmayı başarabilir miyim?", "Bir müze olmasa bile bir odayı doldurabilir miyim?" düşünceleri ile başladığım çalışmalar sonucunda 700’den fazla aleti modelledim. Bu benim tasavvur edemeyeceğim kadar fazla oldu. 1983 yılında ise bu maketleri sergilemek üzere Frankfurt'ta bir müze açtım.

O yıllarda bilimler tarihi alanında bir de kütüphane kurdum. Alanında dünyada tek olma özelliğine sahip kütüphanede, dünyanın farklı yerlerinden satın aldığım 45 bin cilt kitap vardı. Avrupalıların rağbeti olmasına rağmen benim hedefim milletimin bunları bilmesi ve tarihinden güç almasıydı. Bir yandan enstitünün işleri ile uğraşıyor, bir yandan müzeyle ilgileniyor, bir yandan da Arap-İslam Bilimler Tarihi kitabının diğer ciltlerini yazıyordum. Kitap, 17 ciltten oluşacaktı.

2008 yılına geldiğimizde Türkiye'den bir telefon aldım. İstanbul'da da Arap İslam Bilimleri Tarihi Müzesi açalım deniliyordu. Bu telefon karşısında büyük bir heyecan yaşadım, nihayet hedefimi gerçekleştirebilecektim. İstanbul'a vardığımda ömrümü adadığım milletim tarafından büyük bir sevgiyle karşılanmanın gururunu yaşadım. Gülhane Parkı'nda yaklaşık 600 eserin modeli bulunan bir müze kurduk. Açtığım müzelerde bulunan tüm aletleri tanıtmak amacıyla 5 ciltlik "İslam’da Bilim ve Teknik" adlı katalog eseri yazdım. Müzenin yanına aynı zamanda yaklaşık 27 bin kitap bulunan bir de kütüphane açtık.

Bu süreçte bütün hücrelerimin dinlenmeye ihtiyacı olduğu o kadar fazla an oldu ki anlatamam! Ancak bunu hissettiğim her defasında, İslam aleminin durumu ortadayken dinlenmeye hakkımın olmadığına kendimi bir kez daha ikna ettim. Bugünü yaşayan Müslümanlarla bir yere varılamayacağını gördüm. İleride para, makam düşkünlüğü olmayan, Batı ile hesaplaşma derdi olan, tembel olmayan, muhayyel bir müslüman nesil için malzeme hazırlamaya karar verdim.

Memleketimin değerli gençleri; ben bu eserlerle birlikte sizleri harekete geçirmek istiyorum. Allah size hayat vermiş ancak bunu iyi kullanmıyorsunuz. İyi kullanılması için sizlere heyecan vermek istiyorum. Ben bu eserleri geleceği değiştirmek, kıpırdatmak için yapıyorum. Bu aşağılık kompleksi karşısında atalarımızın neler yaptığını, neleri başardığını dünyaya göstermeyi amaçlıyorum. Eserlerimi tüm insanlık için yapıyorum. Ama benim gizli ve esas hedefim memleketim ve milletimdir. Gayretimin bir kısmı bilim dünyasına hizmet ama diğer çok mühim bir gayesi ise; koskoca bir İslam aleminin yitirmiş olduğu kendine hürmeti, güveni ve insanlık tarihindeki yerini hatırlatmak, kaybettiklerini iade etmek içindir. Peygamberi "İki günü birbirine eşit olan insan zarardadır." diyen bir dinin mensubusunuz. Müslümanlar bu sözü kâfi derecede göz önüne almadılar. İnsanların dikkatini buna çekmediler. Demek ki İslam dini sizden her gün yeni bir şey istiyor. Dolayısıyla günlerinizi her gün bu soruyu kendinize sorarak geçirin. Çalışın, çok daha fazla çalışın.

Saygıdeğer Fuat Sezgin hocamız, 2018 yılında vefat etti ve İstanbul Gülhane Parkı'ndaki müzesinin yanında bulunan mezarında huzur içinde yatmakta. Bizlerin 10-15 dakikada okuyup gördüğü bu hayatı, 94 yaşına kadar günde 17 saat gibi insanın sınırlarını zorlayacak bir çalışma disiplini ile ilmek ilmek dokumuş ve milletimizin özüne dönebilmesine fayda sağlayacak çok sayıda eser vermiştir. Bizlerin hedefi ise bu yolun devamını getirmektir. Umuyorum ki bu güzel yaşam hikayesini okuyup içinde kıpırdanma olan ve eyleme geçenlerden geleceğin bilim insanları yetişecek ve gelecek nesilleri heyecanlandıracak yeni yaşam hikayeleri ortaya çıkacaktır.

Esen kalın.

Kaynaklar